İstanbul
1997 yılı. Üniversite için İstanbul’dayım. Büyük fetih hülyalarıyla doluyum.
Yayın dünyasını yakından takip ediyorum ve ilgimi çeken yeni çıkmış neredeyse her kitabı alıp okuyorum.
Çanakkale Mahşeri de bunlardan biri. Çıkar çıkmaz almış ve bir solukta okumuştum. (1998).
Yine (muhtemelen) yaklaşık bu zamanlarda Beyazıt – Sultanahmet arasındaki bir kısmı kafe yapılmış tarihi Osmanlı medreselerini keşfediyorum.
Yazarlar Birliği’nin de bulunduğu Kızlarağası Mehmet Ağa Medresesi bunlardan biri. İlesam’a bir türlü alışamamışım ama burası tam bana göre.
Mehmed Niyazi Özdemir hoca da meğer her akşam kütüphane çıkışı buraya geliyormuş. Tam olarak ne zaman bilmiyorum ama hocayla tanışmam bu zamanlarda ve bu mekanda oluyor.
Bu şekilde tanıştıktan sonra sanırım 2007 yılına kadar hemen her akşam hocayla beraberdik.
1998 – 2007. Yazarlar Birliği, İstanbul. Hayatımda tanıdığım ve değer verdiğim insanların çoğuyla yolum burada kesişmişti.
Muhafazakarların henüz güçle zehirlenmediği zamanlardı. Henüz İstanbul’un tam mahvedilmediği zamanlar. Belki de İstanbul’un son güzel yılları…
“İstanbul’dan başka yerde yaşayamam” diye düşünürdüm. Şimdi tahammül edemiyorum. Dünyanın en güzel şehirlerinden birini yetmiş-seksen yılda dünyanın en çirkin şehirlerinden birine çevirmek de az iş değil hani.
Konuyu dağıtmayalım.
Marmara Kıraathanesi
Burada 1957-1983 yılları arasında açık olan Marmara Kıraathanesi‘nden bahsetmemiz lazım.
Beyazıt Camii’nin karşısında, özellikle muhafazakar camianın okur-yazarlarının, üniversite hocalarının uğrak yeri olan bir mekan Marmara Kıraathanesi. Adeta ikinci bir üniversite.
Mehmed Niyazi hoca da Almanya’ya gidene kadar müdavimlerinden. Marmaratör deniyor bu müdavimlere.
Hoca sık sık Marmara’dan, yaşadıklarından, şahit olduklarından bahsederdi. Marmara’yı daha sonra “Dahiler ve Deliler” adlı kitabında yazmıştı. Hakitaten burası, dahisinden delisine toplumun okuyup yazan enteresan bir kesiminin uğrak yeriydi.
İşte, kıdemli bir Marmaratör olan hocanın her akşam Kızlarağası Medresesi’ne geliyor oluşu, burayı da bir nevi Marmara Kıraathanesi’nin devamı haline getirmişti.
Yazarlar Birliği’nin İstanbul şubesi olması sebebiyle de buraya muhafazakar camianın çoğu entelektüelinin yolu düşmüştür. Bunlara da “medresetör” denilebilir mi, bilemiyorum.
Kimler gelmezdi ki medreseye. Mehmed Niyazi, Şahin Uçar, Mustafa Kutlu, Yurdakul Dağoğlu, Gündoğdu Serhatlıoğlu, Sahir Bafra, Yargan Buyruk, Halil Doruk, Reşat Şen, Atilla İstek, İsmail Bayram, Hüsamettin Arslan, Alper Kanca, Oktay Sinanoğlu, Murat Filinte, İbrahim Kalkan, Sedat Demir, Osman Akkuşak, Ali Uğur, Yusuf Özaslan, Sedat Umran, Cemal Zehir, Mehmet Emin Birpınar, Mehmet Nuri Yardım, Hayrullah Cengiz, Cafer Vayni, Olcay Yazıcı, Fatma Ragıbe Kanıkuru…
(Yukarıdaki isimlerden bazıları müdavim değil ama arada uğrayanlardan.)
Daha kimler kimler. Hülasa, Bab-ı Ali’ye yolu düşen bilumum okur-yazar dahi ve delinin yolu mutlaka buraya düşmüştür. Ne yazık ki Niyazi hoca gibi bir hafızam olmadığından herkesi hatırlayamıyorum. Zaten herkesi yazmaya kalksak hayli uzun bir liste olur.
Niyazi hoca sayesinde, o geldiği için gelenlerle her akşam bir sohbet halkası oluşurdu. Neler konuşulmazdı ki; darbeler tarihinden Osmanlı tarihine, Tolstoy-Dostoyevski’den Peyami Safa’ya, tarih felsefesinden felsefe tarihine, İngilizlerin Bangladeşli tekstil ustalarının parmaklarını kesmesinden Michelangelo’nun Musa heykeline neler neler…
Burası adeta resmi olmayan bir üniversite, bir akademiydi.
Ötüken Neşriyat
Ötüken‘i kurmuştu. Kurmalarının sebebi olarak şöyle derdi: O zaman Peyami Safa’nın kitaplarını kimse basmıyordu. Ailesine katkı sağlamak için Ötüken’i kurduk.
O yıllarda muhafazakarlar adamdan sayılmıyor, kitapları basılmıyor, basılanlar da dağıtılmıyordur. Üstü kapalı bir ambargo vardır.
Necip Fazıl ve onun “azat kabul etmez kölesi” Hilmi Oflaz’la yakın dostluğu ve biribirinden ilginç hikayeleri vardı.
Bugün milliyetçi-muhafazakar camiada öne çıkan hemen herkesin Niyazi abisiydi.
Almanya
Doktora için Almanya’ya gitmişti. Tam emin değilim, 1970-1987 olabilir, on yedi yıl Almanya’da yaşadı.
Türk devlet felsefesi üzerine doktora yaptı.
Tabiatıyla, iyi derecede Almanca bilirdi. Almanlar gibi disiplinli ve çalışkandı. Zaten “Almanlar çok çalışkan bir millettir” diye sık sık söylerdi.
Almanya’da aşık olmuştu. “İki Dünya Arasında” adlı romanında bunu anlatır.
Kütüphaneler
Ömrü kütüphanelerde geçmişti. Hasta değilse veya başka bir yerde programı yoksa her sabah evinden çıkar, akşama kadar kalıp çalışacağı kütüphaneye giderdi.
Ben tanıdığım zaman İSAM Kütüphanesi‘ne gidiyordu. Her sabah Kadırga’daki evinden çıkar, Üsküdar’a kütüphaneye gider ve akşam da medreseye gelirdi. Sonra Üsküdar’a kütüphanenin yakınına taşındı. Ömrünün sonuna kadar İSAM Kütüphanesi’ne sağlığı elverdiği ölçüde gitmeye devam etti.
O zamanlar sormak aklıma gelmedi ama tahmin ediyorum ondaki bu kütüphane sevgisinin Almanya ve aşkıyla da bir irtibatı vardı. Artık orada mı tanışmışlardı, ikisi de kütüphaneye mi gidiyorlardı. Öyle değilse bile öyle hayal etmek hoşuma gidiyor.
Hafızası
Müthiş bir hafızası vardı.
Yıllar önce yaşanmış hadiseleri, diyalogları az önce olmuş gibi kelimesi kelimesine aktarırdı.
Çanakkale Savaşlarını dakika dakika bilirdi.
İlim haysiyeti
Hocadan öğrendiğim en önemli şeylerden biri, bilmediği bir meseleye “Bilmiyorum” diyebilmektir. “Bilmiyorum” derdi/diyebilirdi. “Bilmiyorum.” Şimdilerde o kadar nadirattan ki.
Başkasına ait bir fikri aktarırken mutlaka kaynak belirtirdi. Kaynak söylemiyorsa kendi fikrini söylediğini bilirdiniz. “Yanılıyor olabilirim” de, derdi.
Hoca ile talebe arasındaki ilişkide herhalde hocadan talebeye geçen önemli şey kuru bilgiler değil, bir konsept, bakış açısı, vizyondur. Hocanın kendi tabiriyle, “Ansiklopediyi açtığınızda bulabildiğiniz bilgi önemli değildir. Esas bilgi bir ilmin nosyonudur, o nosyonu kavrayabilmektir.”
“Çanakkale Mahşeri” yayımlandıktan sonra Genel Kurmay, film yapmak istediklerini söyleyip Atatürk’le ilgili kısmı genişletmesini istemişti. Askerlerin gayet “kudretli” oldukları o dönemde, pek çok yazarın takla atarak kabul edeceği böyle bir teklifi, “Savaştaki yeri ne kadarsa o kadar yazdım” diyerek kabul etmemişti.
Birgün meşhur iktisatçı Fritz Neumark bir konferans için Türkiye’ye gelmiş. Öğrencilerden biri kalkıp bir soru sormuş. Neumark, “Evladım” demiş, “Sizin diliniz on yılda bir değişiyor. O yüzden ne dediğini anlayamadım.”
Dil bahsi açıldığında bunu hep anlatırdı.
Keza Mükrimin Halil’in, “Güneş Dil Teorisi” konferansında konuşmamak, inanmadığı birşeyi iktidar baskısıyla savunmamak için dişlerini çektirerek rapor aldığını…
Fikirleri, konseptleri anlamayı kolaylaştıracak böyle anekdotvari pek çok hikayesi vardı. Yoksa mesela siz anlatın durun dile suni müdahalenin ne kadar kötü olduğunu, o dili konuşanların aklını, anlayışını kısırlaştırıp nesillerin irtibatını kopardığını falan.
Çanakkale Mahşeri
“Çanakkale Mahşeri” yayımlandı. 1998.
Ama öncesi vardı. Yedi yıl çalışmıştı bu roman üzerinde. Yerli ve yabancı hatıratları okumuş, defalarca Çanakkale’yi gezmişti.
Romanı yedi defa baştan yazmıştı. Evet, bütün kitaplarını defalarca (en az beş) yazardı. Elle yazardı. Bu yüzden sağ elinin baş parmağında nasır oluşmuştu.
O yıllarda şehitlikler terk edilmiş gibiydi, ıssız, kimsesiz. Gelen giden yoktu.
Ancak hocanın romanı çıktıktan ve milyonlarca sattıktan ve insanlar Çanakkale’nin hikayesini öğrendikten sonra ilgi arttı. Daha sonraki yıllarda Çanakkale turizmi patlamıştı resmen. Hepsi hocanın fitili ateşlemesi sayesindedir.
Her yıl 18 Mart anma törenlerinde hocayı Çanakkale’ye çağırırlar, o da sabahtan akşama kadar cephelerde geze geze, dakika dakika savaşı bıkmadan anlatırdı. Herhangi bir ücret almazdı.
Bir yazara eser olarak “Çanakkale Mahşeri” yeter.
Kişiliği
Vefalıydı. Tanıyan herkesin ilk söyleyeceği şeylerden biri budur.
Sabırlıydı, fedakardı. Mütevazıydı.
Kızdığı zaman da itidalliydi.
Küfürlü konuşmazdı.
Kalp kırmazdı.
Kendisinden yaş ve pozisyon olarak aşağıda olan biri, hocaya kaba ve saygısızca davranmayı adet edinmişti. O kişinin bulunduğu mekana normalde gitmesi gerekirken, karşılaşmamak için gitmezdi. Halbuki o kişiyi susturacak hatta oradan gönderecek imkanları da vardı.
Bir gün dayanamayıp “Hocam, bu kişiye haddini bildirebileceğiniz halde neden böyle yapıyorsunuz?” diye sormuştum. Hiç unutmuyorum, “Kuzum, dünyada kalp kırmaktan daha kötü birşey yoktur.” demişti.
Evlendiğinde biri hocaya çok hadsizce ve kötü davranmıştı. Yine de o bir serçe kuşu nezaketiyle muamele etmişti.
Gönül insanıydı.
Vefatı
İnsan bazı kimselerin hayatındaki ağırlığını onlar sağken tam idrak edemiyor. Mehmed Niyazi hocayı kaybettik. İçimden bir şey kopmuş gibi hissediyorum. — 11 Mayıs 2018. (Vefat ettiği gün).
Böyle yazmışım günlüğe.
Hayatımın belki de en güzel yıllarında tanımıştım Mehmed Niyazi Özdemir’i.
Gençliğimin o dağdağalı yıllarında, hocayla ilgili sadece güzel hatıralarım var.
Benim için bir hoca, bir abi, bir baba gibiydi.
Çok kıymetliydi.
Tekrar mülaki olmak ahirete kaldı.
Allah gani gani rahmet eylesin.
Not:
Aslında kısa bir video hazırlamak için not almaya başlamıştım. Yazdıkça video notları olmaktan çıkıp bu yazıya dönüştü.
Biraz dağınık oldu. Ama ansiklopedi ve biyografilerde, internette bulunamayacak mühim noktaları sanırım yazdım. Tabi her insan bir alem ve bütünüyle tanımak ve aktarmak imkansız.
Belki hatırladıkça bu yazıya ilaveler yaparım.
Kendimi şu an çok hafiflemiş hissediyorum.
09 Mayıs 2023.
Süleyman’cım akıcı yalın harika bir anlatım olmuş. Sonuna kadar soluksuz okudum. Eline sağlık.
Hocaya rahmet diliyorum…
Çok teşekkür ediyorum Gökalp’cim. 🙏
Selamlar.